12 Ekim 2012 Cuma

Doğum Günü Ve Hastalık

Ya biri mesaj atar, ya bir arkadaş şakasına bir elma şekeri alır(öğrencilik yıllarında), “doğum günün kutlu olsun der, öyle anlarım o günün doğum günüm olduğunu. Bugün 10 Ekim, doğum günüm. Mevsim değişikliklerinde de âdet olduğu hâl üzre şîfâyı kaparız, ki kapmış vaziyetteyiz. Akla, doğum günü ve hastalıkla alâkalı bâzı mehenk ve ölçüleri içeren bir yazı yazmak geldi. Bu hasta hâlde; kelimelerimiz titreyebilir, cümelimizin giyimi kalın olabilir, hastehâl bir iştâhsızlık görülebilir ifâdelerimizde, ki el’vaziyet, kıymetli okuyucunun hôşgörüsüne sığınırım. Doğum günü… Ben doğum günlerini kutlamam. Bizde husûsan üç tarz kutlama vardır; resmî kutlama, dînî kutlama, bir de ticârî boyutu da olan, Batı menşe’li kutlamalar; anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, doğum günü ve sâir.. Resmî kutlamalarda bu ülkenin çoğunluğunun içinde olduğu bir psikolojide olurum. Yâni o gün, o günü kutlayıcı mesajlar atmam, öyle coşkun bir hâlin içinde olmam. Dînî kutlamalarda da, dînin belirlediği sınırlar içinde kutlamaya çalışırım. Aslında açık sözlü olmak gerekirse, benim bir kutlama kültürüm yok. Daha doğrusu, kutlama kült ve kültürü bana göre olmadığı için, ne ben kutlamalardan bir şey anlarım, ne de kutlamalar, benden bir şey anlar. Biri, bize “Zer” demişti de isâbet etmişti; pek kimseyle alâkadâr değilim, organizasyonlara gelemem, konser, sinema, maç, tiyatro, slogan, yürüyüş, protesto hayâtımda hiç olmamış şeylerdir misâl. Pek arkadaşım yok, bir dostum var mı? Sevgili Metin’i çıkarırsak, o da yok. Kesinlikle geçimsiz bir adam değilim, lâkin “arkadaş” ve “dost” tanımlarının içinin doldurulması şart! Arkadaş(lık)ı dostlukla, dost’u arkadaş/lık/la k/andırmanın bize uyan bir tarafı yok. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Evde; müzik yapmak, yemek yapmak, yazı yazmak gibisi yok deyip mevzûyu toparlayalım. Doğum günlerini kutlamam. Batı’nın kutlama kült ve kültüründe mutlaka ticârî bir boyut vardır. Yâni bir parçası muhakkak “tüketimizm”. Aslında olayın aslına indiğimizde, doğum günümüzde, çoşkun, heyecânlı bir hâl yerine, düşünceli ve sükûn bir hâl içinde olmamız gerekir. Evet, yeni yılın plân ve iştâhı olabilir, lâkin geçmiş ölü yılın muhâsebesi de gerekli. Ki en önemlisi, muhâsebedir. Bana kalsa, bir yıl daha gitti ömründen, niye, neye bu kadar seviniyorsun!? Demeli insân. Pekiyi, hiç mi kutlanmamalı? Misâl biz her yıl Hz. Muhammed’in doğumunu, bir gün de değil, bir haftaya yayarak kutluyoruz, buna ne diyorsun denilebilir. Kutlamak ayrı bir şey, idrâk etmek ayrı bir şeydir. Aslında “kut” eski Türkçe’den günümüze gelmiş, kutsal dediğimiz ifâdenin özü olan ve anlamında mânevîyât barındıran bir kelime lâkin, zamânla bu kutî anlamları gölgede kalmış, artık, kutlayalım denildiğinde; bir şeyler yiyip içme, müzik dinleme, dans etme, bağırıp çağırma olarak anlaşılır ilk plânda. Demem o ki, doğum günlerimizi akla gelen anlamıyla “kut”lamak yerine idrâk etmek en iyisi. İdrâk, yâni derk etme; anlamanın ötesinde, anlamı, zihnin zerrelerine yedirme- giydirme. Son zamânlarda idrâk, bu his ve algılayışı, dışta, pratiğe dökme anlamında bir anlam kazandı ki biz bunu, bildik “kut”lamanın yerine koyanlardanız. Kesinlikle bizim altını çizdiğimiz husûslar, bizim ve bizim hassâsîyetlerimizi paylaşanlar için bir ölçüdür. Bizim yapmayı istediğimiz şey; bize dâir, bizî bir pencere açmaktır, birilerini sigâya çekmek, birilerinin yanlış yaptığını vurgulamak ve yargılamak değil. Bunca günah boynumda, bunca boynum günahtayken, birilerini hizâya çekmek gibi bir niyetim olamaz. Bizim her gün bir yerlerimizi öldürmemizin günahı, -varsa- bin doğum günü günahından daha büyüktür. Hastayken, hastalık’ın ne kadar kıymetli bir “hâl” olduğunu yazmayı diledik, lâkin tâkât bu kadar… Münâsib bir zamânda hastalık ile alâkalı bir yazı yazıp neşredeceğimizi beyân edip, istirahâte çekilmeliyiz şim. Şâfî olan Allah’a emânet olunuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder