12 Ekim 2012 Cuma

DOĞRULUK FAZİLET MİDİR - ZİLLET Mİ?

Önce kendimden başlamak istiyorum. Şu an 44 yaşındayım, bir çoğumuz gibi benim de yetiştirildiğim ortamda, her ne şartlarda olursa olsun doğruluk ve dürüstlük felsefesi olmazsa olmazımız idi. Bende bu aşıyla büyürken, yaşamımı bu çizgide şekillendirmeye başladım ve hiç bir zararını görmedim, taaki 2001 yılında memuriyetimin 12. senesine kadar. İşim gereği daha önce inşaası ve dağıtımı yapılmış, 45,000 ailenin barınmasını sağlayacak yardım konutlarının haksahiplerine adaletli bir şekilde verilip verilmediğinin incelenmesini yapıyordum. (Daha önce bunun için bir kısmı hukukçu müşavirlerden oluşan 10-12 kişilik bir birim kurulmuş ve 7-8 yıl boyunca dağıtımın yapılmasını ve takibini bu birim yürütmüştü.) Kadronun değiştiğini duyan ve haksahibi olamayan ailelerin şikayet ve talepleri yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Gece gündüz, hafta sonu ve yıllık izinlerimin çoğunu kullanmadan bu talep ve şikayetlerin incelemesini yaparak eksikliklerin düzeltilmesine, mağdur olan ailelerin mağduriyetinin giderilmesine uğraştım. Ancak arşiv yönerge ve yönetmelikleri karıştırdıkça her yerden usulsüzlükler ve uygunsuzluklar fışkırmaya başlamıştı. Neyse, fazla uzatmayayım. Bu olumsuzlukları yapanlar hakkında gerekli idari soruşturmalar açılmış ve bir kısmı yargıya intikal etmişti. Bir gün işyerine gelen Emniyet görevlileri, açılmasını sağladığımız soruşturmaların sanığı (örgüt lideri ve yardımcısı) olarak, birim yetkilisini ve yardımcısı sıfatıyla beni gözaltına aldılar. oysa ben imza yetkisi dahi olmayan sıradan bir memurdum. O zamanlar şimdiki Özel Yetkili Mahkemelerin yerindeki Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı. 6 gün gözaltında ifade verdikten sonra, Savcıya ifade verdik ve hayatımın en büyük şokunu orada yaşadım, "bu yolsuzlukları ben çıkardım ortaya, benim burada ne işim var" dediğimde; DGM Savcısının "sana mı kaldı bozuklukları düzeltmek, gönderiyim seni cezaevine de gör" diye çıkışması, yıkmıştı kurduğum dünyayı başıma!. İlk defa her şey bu kadar boş, bu kadar anlamsız gelmişti bütün bildiklerim. Neyse ki, Nöbetçi Mahkeme tarafından "suç unsuruna rastlanılmadığı gerekçesiyle" serbest bırakıldık. Fakat bu durum fazla sürmeden hakkımızda gıyabi tutuklama kararı çıkartıldı. (Açtığımız soruşturmalar genişledikçe bazı söz sahibi kişilerin huzuru bozulmaya başlamıştı.) Hani dürüstlük felsefemizdi ya! hemen ilgili emniyet bürosunu arayarak, bulunduğum yeri bildirdim. Amacım, bir an önce yargı önüne çıkarak kendimi aklayıp temize çıkacaktım! Dava başka şehirde (İstanbul) görüldüğünden ben Ankara emniyetine teslim oldum ve ulucanlar cezaevine konuldum. Bir kaç günde her şey ortaya çıkar ve rahatlarım derken, yedi ay sonra ilk mahkemeye çıkabildim. O gün tahliye oldum ve bir kaç ay içerisinde Beraat ettim. ("BERAAT" artık benim için hiç bir anlam taşımayan kuru bir söz. Ben eskiden bir olayla ilgili gözaltı ve tutuklama yapıldığında, ’’adalet işliyor, ’ya olmasaydı!’ derdim’’ şimdi ise böyle bir olayda göğsüm sızlıyor. Acaba diyorum. ACABA!.. ) Fakat işime geri dönemedim. Çünki işime geri dönebilmem sıradan bir memurun parmak uçlarındaki klavyenin hangi tuşuna basacağına bağlı idi bu Ülkede.... İdare ve İş Mahkemeleri ise malum!... Ben cezaevine girdiğim gün 33 yaşında idim, çocuklarımın biri ilköğretim ikinci sınıfta, diğeri dördüncü sınıfta okuyordu. Şimdi biri lise, biri üniversite öğrencisi. bense 44 yaşında, işsiz, yarınsız ve ne yöne gideceğini bilmeyen bir baba!. çocuklarım ise; çocukluk dönemini, buluğ dönemini ve yeni gençlik dönemini her şeyden mahrum, ama babalarına bu mahrumiyeti yok göstermeye çalışarak geçirdi. Hayatım boyunca yaptıklarımı ve onbir senedir yaşadıklarımı düşündükçe, bu işte bir eksiklik var diyorum, ya doğruluk bize yanlış öğretildi, ya biz yanlış anladık. Ve şimdi soruyorum!... Doğruluk Faziletmidir - Zillet mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder